Close Menu
    Facebook X (Twitter) Instagram
    • Künye
    • Gizlilik Politikası
    • Çerez Politikası
    • İletişim
    Facebook X (Twitter) Instagram Pinterest Vimeo
    Haber EkspresHaber Ekspres
    • DÜNYA
    • EKONOMİ
    • SİYASET
    • SPOR
    • YAŞAM
    • TEKNOLOJİ
    • SAĞLIK
    • MAGAZİN
    • EĞİTİM
    Haber EkspresHaber Ekspres
    GÜNDEM

    Dursun Gürlek: Türk aydını korkaktır

    Haber EkspresHaber EkspresEylül 16, 2019
    PAYLAŞ
    Facebook Twitter LinkedIn Pinterest WhatsApp Email

    Tarihçi-Yazar Dursun Gürlek, Haber7 Yayın Koordinatörü Tarık Dağlı ve Haber7 Editörü İbrahim Can’a konuştu. Uzun yıllardır İstanbul’da bulunan Gürlek, yaşadığı tecrübeleri anlattı, toplumun içinde bulunduğu durum hakkında önemli değerlendirmelerde bulundu. Türk aydınına da önemli bir çağrıda bulunan Gürlek, “Türk aydını korkaktır. Kırıp-dökmeden, cesurca doğruları söylemek lazım” dedi. Gürlek’in Haber7.com için yaptığı değerlendirmeler şöyle: 

     

    Tokat’ta dünyaya geldiniz…

    Tokat’ta dünyaya gönderildim. Geldim diyemem, o benim dışımda bir olay. Cenab-ı Hak beni 1952’de Tokat’ın Turhal ilçesinin Üzümören köyünde dünyaya göndermiş. Ona hamd-ü senalar olsun. O gün bu gündür verdiği nimetlerden istifade etmek suretiyle yaşıyoruz.

     

    O dönemin yoksulluğu içinde okuma aşkını besleyecek kanalları bulmuşsunuz… Onun hikayesini dinleyebilir miyiz?

    Bir iki cümleyle söylemek gerekirse daha ilkokulun dördüncü, beşinci sınıfındayken köyde -büyük bir köydür. 5-6 cami var. Bizim ev köyün en üstündeydi. Bir cami vardı- Ramazanlarda o yaşlarda teravihe giderdim. Osman Amca diye mahallemizin büyüklerinden bir zat elinde bir kitaptan okumak suretiyle vaaz ederdi. Okuduğunu da güzel bir Türkçeyle açıklardı. Hem kitap okuyuşunun, hem açıklamasının güzelliği beni etkiledi. İnşallah ben de ileride böyle güzel güzel kitap okurum dedim. Yoksa beni ailemden okumaya teşvik eden kimse olmadı. Okuma aşkının ilk kıvılcımı böyle atıldı diyebilirim.

    İlkokulu bitirdikten sonra imam hatip okuluna kaydoldum. 7 yıllıktı. 4 yıl orta, 3 yıl da lise kısmıydı. İmam hatipte iyi hocalarımız oldu. Özellikle edebiyat hocalarım; Ömer Çalışır Bey, Mehmet Acandar Bey… Bilhassa Ömer Çalışır Bey. Bana edebiyatı çok sevdirdi. Çünkü kendisi de seviyordu. Yani işini seviyordu. Konuşması güzeldi. Espriliydi, nüktedandı. Konusuna vakıftı ve ders anlatırken zevkle anlatıyordu. Hocanın o tavrı, o alakası, biraz da bana gösterdiği ilgi beni edebiyata yönlendirdi. Hatta imam hatip okulunu bitirince ben bir ikilem yaşadım. İlahiyat fakültesine mi gideyim yoksa edebiyat fakültesine mi gideyim? O zaman ilahiyat fakültesi değildi. Yüksek İslam Enstitüsü’ydü. Tabii sonra ilahiyat fakültesi oldu. Tereddüt geçirdim. Sonunda edebiyata gitmeye karar verdim. O kararım da uygulandı.

    Üniversite sınavlarına girmek için İstanbul’a geldiğimde sadece İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji yazdım. Puanım da tuttu ama bizi o zaman almıyorlardı. İmam hatip mezunlarını almıyorlardı. Onun da çaresini bulduk. Hatta edebiyat fakültesinde öğretim üyesi rahmetli Profesör Faruk Kadir Timurtaş hocamızı çok severdim. Çünkü daha imam hatipteyken onun yazılarını ben Hisar, Türk Edebiyatı dergilerinde, Tercüman gazetesinde, Son Havadis gazetelerinde okurdum. Hocayı görmeden sevmiştim. Puan kartımı da aldım hocanın yanına gittim. Beyazıt’ta üniversitedeki odasına gittim. Dedim ki hocam ben edebiyat okuyacağım, sizin okula gireceğim puanım da tutuyor ama imam hatip mezunu olduğum için almıyorlar dedim ve cüretkar bir cümle söyledim: Ben duydum ki siz profesörler istediğiniz öğrencileri alabiliyormuşsunuz. Aslında bu tepki çekecek bir cümle değil mi? Yok, hoca güldü. Otur bakayım oğlum dedi. Bir de çay söyledi bu arada.

    Aferin oğlum, dedi, derdini açık açık söylüyorsun. Ama yanlış duymuşsun biz istediğimiz öğrencileri alamıyoruz. Ama sana başka bir şekilde yardımcı olacağım dedi. Kartvizitini çıkardı, arkasına bir şeyler yazdı. “Bunu al, Gaziosmanpaşa Lisesi’ne git, müdüre benden selam söyle. Orada sınava gir, düz liseden de diploma al” dedi. Öyle yaptım. Düz liseden diploma aldım ama ikinci defa üniversite sınavına girdim.  Bu sefer de İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü kazandım. Böylece muradıma erdim. O gün bu gündür edebiyat sevgisi benden hiç eksilmedi. Nasıl eksilsin ki? Edebiyat edepten geliyor. Hiç insanda edep eksilir mi? Eksilmesi gerekir mi? Edebiyat çok önemli. Hatta hocalarımdan biri, yarı ciddi yarı espri, “Bilmiyorsan edebiyat yaşama kendini denize at” derdi. Edebiyat nedir? Güzel konuşma, güzel yazma sanatı. Herkesin güzel konuşmaya ihtiyacı var mı, yok mu? Var. Bilhassa öğretmenlerin, imamların, vaizlerin ve benzeri işleri yapanların Türkçeyi güzel, etkili kullanmaya ihtiyacı var. Heyhat, bugün güzel Türkçeyi güzel konuşan insan sayısı çok azaldı. Yahya Kemal’in, “Ağzında annemin sütü” dediği Türkçeye biraz su karıştı. Her şeyi sulandırdığımız gibi onu da sulandırdık.

    Üç şey çok önemlidir: Dil, din, tarih. Eğer sizin zengin bir Türkçeniz olmazsa ne Mehmet Akif’in Safahat’ını anlarsınız, ne Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili’ni düzgün okuyabilirsiniz.

    Anlamayı bir tarafa bırakalım, düzgün okumak… Demek ki dil son derece önemli. Dil olmayınca dini eserleri anlamamız da zorlaşıyor. Ne yaptık biz; Arapçadan Farsçadan gelen kelimeleri tasfiye ettik bir zamanlar. Şimdi basit, cılız bir Türkçe konuşuruz. 300 kelimeyle ne edebiyat olur, ne şiir olur ne de tarih olur. Bin kelimeyle, 10 bin kelimeyle konuşuyorduk. 300 kelimeyle Fuzuli divanını bırakın anlamayı, yüzünden okuyamazsınız. Dolayısıyla, branşı ne olursa olsun insanın; ister matematikçi, ister tarihçi, ister bilgisayar mühendisi, ister doktor herkesin güzel konuşmaya ihtiyacı var. Bir doktor güzel konuşarak hastasını moral olarak düzeltebilir. Ben şimdi sıkılıyorum karşımdaki ne diyecek acaba diye bekliyorum. O bakımdan dil, din, tarih üçlü bir sac ayağıdır. Bir sac ayağı olmazsa üzerine pişirmek için yemek koyamayız.